Prag ve Kafka… İkisi birbiriyle öyle bütünleşmiş ki, ayırmak olanaksız. Kafka, Prag’ı yazmadı, doğduğu ve yaşadığı kenti tasvir etmedi. Ama tüm yapıtlarında Prag vardı. Prag onun düşlerinin ve kâbuslarının ayrılmaz parçasıydı…
Prag kentine Çekler, ‘Praha’ diyor. O sondaki ‘ha’ , içe çekilen, büyülü, gizemli, tılsımlı bir nefes gibi… Biraz, bizim ‘ah’ çekişlerimiz gibi… O iç çekişin içinde kentin tüm tarihsel, toplumsal, kültürel birikimi var…
Prag bir mücevher. Özellikle kültürel ve mimari açıdan küçük bir mücevher. Bakmayın yılda 20 milyon turist çektiğine, kentin kendi nüfusu bir milyonun biraz üzerinde…
Bir zamanlar Avusturya Macar İmparatorluğu’nun, Bohemya krallarının elması, geçmişten aldığı Gotik mimarinin ağırbaşlı, ciddi, yüklü, gün ışığına geçit vermeyen bol sütunlu, bol kuleli yapılarına, Barok mimarinin şen şakrağını eklemiş: Görkemi bol, gösterişi bol , altuni, gümüşi ve kurşuni yapılar… Sonra Rokokonun süslü püslü, cicili bicili pastel renkli yapılarını… Bununla da yetinmeyip, 20. yüzyılın başındaki ‘Art Nouveau’ akımının bana hep ‘dişiliği’ çağrıştıran, kıvrımları çiçek açan, ‘yeni’ ve ‘modern’ yapılarıyla taçlandırmış… Bütün bu özellikler iç içe, yan yana, üst üste…
En son 1990’da gitmiştim Prag’a. Oyun yazarı Vaclav Havel , hapisten çıkmış, devlet başkanı olmuş, uluslararası bir basın toplantısı yapıyordu. Önceki gidişlerimde sonsuz bir hüzün içeren Prag, o kez kıpır kıpırdı, gençler ayakta ve her yerdeydi, değişim rüzgârları esiyordu… 15 yıl aradan sonra bayram günlerinde gittiğim Prag’daki değişime inanamadım. Mücevher yerli yerindeydi. Hüznünden arınmış, geçmişe ihanet etmeden onarılmış, yenilenmiş, her bir taşı parlatılmıştı. Işıl ışıldı, aydınlıktı… Yukarıda bir çırpıda sayıverdiğim mimari özellikleri, bu aydınlıkta çok daha belirgindi.
Aşk-nefret ilişkisi
Prag’a her gidene ve gidecek olana yanlarına Nâzım Hikmet ‘in Prag’a ilişkin şiirlerini götürmelerini ve kenti o şiirler eşliğinde gezmelerini öğütlüyorum. Şair, Prag’ın atmosferini yakalamakla kalmıyor, kentin ruhunu, kendi özlemleri ve hasret acısıyla bütünlüyor… (Nâzım’la Prag gezisini Gezi ekimize bırakıp, Kafka’yla sürdürüyorum geziyi…)
Prag, Kafka’nın doğduğu ve yaşadığı kent… Ha bire kaçmaya çalıştığı, kendini tutsak hissettiği, boğulur gibi olduğu, nefret ettiği kent… Nereye giderse gitsin, bir an önce dönmeye çalıştığı, uzak kalamadığı, hep sığındığı ve âşık olduğu kent… Kafka’nın Prag’la ilişkisi, tam bir aşk-nefret ilişkisi.
Belki nerede yaşasa bu ilişkiyi kuracaktı kentiyle; belki de bu kentte yaşadığı için ‘Kafkaesk’ özelliklere sahip oldu. Yaşadığı dönemde (1883-1924) Prag’a egemen olan Çek-Alman-Slav-Yahudi nüfusun bölünmüşlüğü ve birbirini dışlaması… İki dil (Almanca ve Çekçe) arasında kimlik çatışması… Despot bir babaya isyanla boyun eğme arasında gidip gelmeler… Nefret ettiği bir işte memur olarak çalışmak… Görmediği kadınlara âşık olmak, yazarak âşık olmak… Bir yüzyıldan ötekine geçerken Avrupa’nın içinde bulunduğu ortam… Günden güne anlamını yitiren bir dünyada korkular, kuşkularla baş etmeye çalışmak… Var olmayı sürdürmek, çıldırmadan sürdürebilmek için, Kafka’nın bulabildiği tek yol yazmaktı…
Hayır, Kafka, Prag’ı yazmadı, kentini tasvir etmedi. Ama tüm yapıtlarında Prag vardı. Prag onun düşlerinin ve kâbuslarının ayrılmaz parçasıydı.
Tüm eserlerinde yapayalnız kahramanlar, kendileriyle, çevreleriyle, gerçeklerle, düşlerle, binbir olasılıkla çatışırlar. Sırf var oldukları için çatışırlar… Ve sanki hepsi de tıpkı Kafka gibi “Cevap sandığım şey çoğu kez sorudur” der…
‘Dava’ da kahraman, nedenini, nasılını bilmeden tutuklu bulur kendini…
Prag’da kentin orta yerinde Kafka’nın okuduğu Alman okulu ve hukuk fakültesinin dehlizlerinde dolaşıyorum…
‘Şato’ da, kimsenin tanık etmediği, etmeyeceği, onaylamayacağı bir işle, bir görevle yükümlüdür kahraman… Prag’ı kesen Vlatava Nehri’nin kıyısında yükselen Prag Şatosu, kentin her yanına egemendi ve en uzak, en dar, en karanlık sokakta bile ağırlığını, sizi gözetlediğini hissedebiliyordunuz…
Read More about Dünyadaki ilginç evlilik gelenekleri